28 Ağustos 2017 Pazartesi

AMSTERDAM / ARALIK 2011


Hollanda'nın başkenti olarak bildiğimiz Amsterdam'a yapacağımız seyahat için sabah 06.00'da havaalanındayız. Şık bir kahvaltı yapmak ümidiyle, Atatürk Havalimanı dış hatlar terminalinin CIP salonuna dalıyoruz. Cennet ülkemizde CIP nüfusunun ulaştığı seviyeyi hayret ve memnuniyetle müşahede ediyoruz. Yirmi dakikalık bekleyişten sonra 2 CIP'nin boşalttığı koltuklara mabadımızı yerleştirip, boyutlarıyla oynamanın olanaksız olduğu zeytin dışında, minyatür heykel sanatçıları tarafından boyutlandırıldığını tahmin ettiğim tanrı zerreciği boyutundaki yiyeceklerle kahvaltımızı yapıyoruz.


Bir yurtdışı uçuşunda ilk kez business class sınıfında (mil rezervimi kullanarak) seyahat ediyorum. Uçak kaçırma ihtimali olmayan Business Class yolcularına tanınan ayrıcalık ile, metal çatal-bıçaklarla sunulan yiyecekleri reddetmiyor ve bir kez daha kahvaltı yapıyoruz.
Üç günlük kısa bir program için yeterli gördüğümüz Amsterdam, Hollanda'nın başkenti olarak tanınmakla birlikte, idari başkent Lahey. Bu nedenle Amsterdam merkezinde pek kamu binasına rastlanmıyor. Kentin ismi, Amstel nehrinin üzerine kurulan bent (dam) anlamında Amstelredamme iken zaman içerisinde Amsterdam'a dönüşmüş. Denen o ki, dünyanın en çok ziyaret edilen beşinci şehriymiş. Nitekim, Hollanda için en son tercih edilecek ay olan Aralık'ta bile sokaklarda kalabalık nedeniyle yürümek bir hayli güç. Dünya çapında tanınan Ajax futbol takımının şehri olan Amsterdam'ın nüfusu 750.000 civarında. Şehirdeki bisiklet nüfusu ise insan nüfusundan daha fazla. 1 milyon civarında bisiklet var. Park yeri bulmanın neredeyse imkansız olduğu cadde ve sokaklarda, 100 metrede bir bisiklet park demirleri monte edilmiş. İnsanlar işlerine çoğunlukla bisikletle gidiyorlar.


Yaklaşık 3,5 saatlik uçuştan sonra Amsterdam Schiphol havalimanına iniyoruz. Şehre ulaşım 2 katlı trenle 15 dakika kadar sürüyor. Trenden indiğimiz Centraal Station, şehrin en tanınan mekanı olan Dam Meydanı'na 500-600 metre mesafede. Hafif bir yağmur altında Damrak caddesini yürüyerek, Dam Meydanındaki otelimiz Die Port Van Cleve'ye ulaşıyoruz (https://www.dieportvancleve.com). Eşyalarımızı bırakıp en yakın McDonalds'ı keşfetmeye çıkıyoruz. Yemekten sonra havanın karardığı 16.00'ya kadar başta Dam Meydanı olmak üzere kentin cadde ve kanallarını dolaşıyoruz. Alışveriş yapılan caddelerde dolaşıyor, meşhur Hollanda peyniri çeşitleri alıyoruz. Havanın ağırdan kararmaya başladığı dakikalarda, bence şehrin en güzel yeri olan Leidseplein meydanında kahve molası veriyoruz. Havanın 2-3 derece olmasına karşın, cafelerin dış oturum alanlarında masa bulmak için beklemek zorunda kalıyoruz. Meydanın ortasındaki buz pistinde çocuklar ve gençler buz pateni yapıyorlar. Meydanın diğer yarısında ise Christmas nedeniyle kurulmuş küçük bir hediyelik eşya ve yiyecek-içecek panayır meydanı bulunuyor. Bir yerlerden Christmas müzikleri çalan bir bandonun sesi geliyor. Gündüzün geceye bağlandığı alacakaranlık saatlerinde her yer ışıl ışıl, insanlar rengarenk ve yüzler gülüyor. Yani cıvıl cıvıl bir yer Leidseplein.
Kanalların üzerinde tekne evler bulunuyor. Bu evlerde yaşayan çoluk-çocuk aileler var. Hafif sallantılı bir yaşam sürüyorlar. Kayıtlı olanlarına belediye tarafından su, doğalgaz ve elektrik bağlanıyor. Aralarında çok şık, estetik olanları var. Bir de kaçak olan tekne evler var. Bunlara geceyanaştı mı demek gerekiyor acaba? Arazi fiyatlarının dünyadaki en yüksek rakamlara ulaştığı Amsterdam'da, keyifli fakat biraz romatizmal ve sallantılı bir alternatif olmuş tekne evler.


Akşam yemeğimizi bir İtalyan restoranında pizza ve kırmızı şarapla geçiştiriyoruz. Lüksün yakınından geçmemiş restoranda masalar, sandalyeler son derece mütevazi. Topu topu 8 masa var ama hepsi dolu. Çalışanların hepsi İtalyan. Yani bizdeki benzerleri gibi sadece adı İtalyan olan bir restoran değil.
Yemek sonrası kahvemizi, Dam meydanına bakan bir cafe'de (-3 derecede) içiyor ve otelimize dönüyoruz.


İkinci günün sabahı bir Irak'lı kürtün işlettiği cafede berbat bir sandviçle kahvaltı yapıyoruz. Günün ilk durağı Van Gogh (vatandaşları Fan Koh şeklinde telaffuz ediyorlar) müzesi (https://www.vangoghmuseum.nl/nl) Müzede, sanatçının 37 yıl süren hüzünlü hayat hikayesini öğreniyor ve bu kısa süreye sığdırdığı 900 tablo ile 1100 karakalem çalışmasının önemli bir kısmını görüyoruz.

Öğlen saatlerinde 1 saat süren bir kanal turuna katılıyor ve şehrin en önemli kanallarını dolaşıyoruz. Teknede İngilizce, Almanca, Fransızca ve Rusça anlatım var. Bu arada bir önemli nokta da, Amsterdam'da sokaktaki dilenciler, alkolikler ve evsizler dahi çok iyi düzeyde İngilizce konuşuyorlar.


Heineken birasının ilk üretildiği fabrika binasını müzeye dönüştürmüşler. Küçük bir tur satın alarak, biranın üretildiği dev kazanları görüyor, biranın hikayesini, Heineken'in kuruluş ve büyüme öyküsünü bira içerek dinliyor, 16 kişilik bir simulasyon cihazında arpadan kasalama sürecine kadar süreci izleyip ve bir miktar da ıslanıyor ve son durak olan hediyelik eşya bölümünden hemen önce şık bir barda, tur ücretine dahil olan 2 adet Heineken biramızı içiyoruz.(https://www.heinekenexperience.com/en/)


Ve nihayet Amsterdam'ın en önemli deneyimine geliyor sıra. Coffee Shop'da ot içmek. Turistlere önerilen en iyi 5 coffee shop'un ilk sırasında yer alan Abraxas'ı seçiyor ve hazır sarılmış Marihuana'mızı alıp amerikan bara oturuyoruz. Birer de filtre kahve. Daha önceki tecrübelerimden pek etkilenmediğimi biliyorum. Ancak barmen kız, "sigara gibi içmeye devam edersen birazdan tabureden düşeceksin" diyor. Nitekim malzemenin tamamını, sigara yoğunluğunda içince, 45 dakika içerisinde dağılıyoruz. Neyse ki otelimiz çok yakın. 2 saatlik tamtam sesleri, hayaletler ve tarif imkansız rüyalarla dolu uykuya dalıyoruz.
Gece yemekten sonra Red Light District'i gezeceğiz. District olarak anılan yer, fahişelerin ve önü camekanlı hücre boyutlu işyerlerinin yoğun olarak bulunduğu bölge. Ancak bu bölgenin dışında, şehir merkezinin farklı yerlerinde de, ara sokaklarda da kapısında kırmızı fener ya da florasan yanan bu işyerlerinden görmek olası. Camların arkasındaki kadınlar ya cep telefonlarıyla konuşuyorlar ya da yüksek taburelerinde oturarak, kapıdan geçen potansiyel müşterilere, cama yüzüklerini vurarak, öpücük göndererek ya da burada yazılması uygun olmayan şekillerde gel gel ediyorlar. Oysa biz alıcı değil sadece bakıcıyız. Burada 4-5 tane de canlı performans sergilenen mekan var. Bunlardan en meşhur olanı Casa Rosso'ya giriyoruz. Bildiğiniz porno, tek farkı canlı olması. Dört performans ardı ardına sergileniyor. Her biri yaklaşık 15 dakika sürüyor. Performans bittikten sonra, girdiğinizde ilk gördüğünüz çift yine geliyor sahneye. Aynı müzik, aynı performans. Gece boyunca yaklaşık saatte bir kez sahne alıp hünerlerini sergiliyorlar. Bu hünerleri zihnimize kazıyıp çıkıyoruz oradan.

-anne frank's house-
2. Dünya Savaşında, 1942-44 yılları arasında, evlerinde gizli bir bölme inşa ederek Nazi zulmünden saklanan Alman Yahudisi ailenin kızı Anne Frank'ın, bu yıllara dair anılarını yazdığı hatıra defteri, sonradan "Anne Frank'ın Hatıra Defteri" adıyla kitaplaştırılmış. Yakalandıktan sonra gönderildiği Bergen-Belsen toplama kampında, 15 yaşında tifüsten hayatını kaybeden Anne Farnk'ın 2 yıl saklandığı ev günümüzde müze olarak ziyaretçilerini ağırlıyor.
Guiness Rekorlar Kitabında tescil edilmiş dünyanın en dar binası Amsterdam'da bulunuyor. Konut olarak kullanılan 1 metre cepheye sahip binanın iç kısımları da aynı genişlikte.


O kadar dar ki, bir müslümanın bu evde yaşaması imkansız. Seccadesini kıbleye çevirmesi mümkün değil. Evin içerisini göremiyoruz ama tahminimce evdeki eşyalar IKEA'dan alınıp içeride monte edilmiş .
Öğlen McDonalds'ımızı yedikten sonra, Chinese Masaj yapan bir salona giriyoruz. Ufak tefek insanlar olan Çinlilerin, masaj yapmaya güçlerinin nasıl yeteceğini konuşarak girdiğimiz salondan, bedenimizdeki 206 kemik yerinden oynamış vaziyette çıkıyoruz. Yüzüstü yattığım ve yüzümün delikten aşağı baktığı, gözlerimin kapalı olduğu bir anda, kaval kemiğimdeki olağan dışı acıyla inliyorum. Gözlerimi açtığımda delikten, Çinli kadının parmak arası terliklerini yerde ve içi boş olarak görüyorum. Anlıyorum ki Çinli kadın kaval kemiğimde gezintiye çıkmış. 5-6 dakikalık turunu sırtımda ve omuzlarımda tamamladıktan sonra yere iniyor, masaj bitiyor. Ancak ben masadan 5-10 dakika kalkamıyorum. Patron Çinli kadın ertesi gün yeniden gelmemizi salık veriyor. Biz de onu İstanbul'da salon açmaya davet ediyoruz.
Akşam 17.35 uçağıyla İstanbul'a dönüyoruz. Senelerden beri, bagaj bandında bavulu banttan en son çıkan insan unvanına sahip ben, bu kez business class'ta uçmanın bir fark yaratacağını düşünüyor ve küçük bir servet ödeyerek aldığım yeni valizimin önlerde çıkacağını umuyorum. Ancak valizim banttan hiç çıkmıyor. İlk yurt dışı seyahatinden çok etkilenen ve bitmesini istemeyen valizim, Jakarta'ya yaptığı seyahatten üç gün sonra dönüyor.


































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder