24 Ağustos 2017 Perşembe

KAZABLANKA - MARAKEŞ / EYLÜL 2010

Dini bayramlarda müslüman ülkelere gitmeme prensibimizi bu defalık bozuyoruz. Ama neyse ki Bayram Fas'da ülkemizden 3 gün gecikmeli kutlanıyor. Tur ile katıldığımız programa, Atatürk Hava Limanında seyahat boyunca bize rehberlik edecek olan Ö. Hanım'la buluşarak başlıyoruz. 
Royal Air Maroc'a ait arap-aromatik uçağımız ile yolculuk takriben 4 saat sürüyor. Uçağımız Casablanca'ya inip de ilk havayı teneffüs ettiğimizde, uçaktaki aromanın, Fas'a ilk kez gelenler için alıştırma amaçlı olduğu anlaşılıyor. 
Giriş işlemleri tamamlandıktan sonra kapıda bekleyen klimalı otobüse biniyoruz. Ö. Hanım'dan başka Fas'lı bir rehber Muhammed (ki bir kaç yüzyıl önce doğmuş olsa, halk tarafından peygamber ilan edilecek kadar karizmatik), tıfıl muavin Mahmut ve şoför bize 5 gün boyunca hizmet verecekler. 
Havaalanından Casablanca (Casa ev, blanca beyaz anlamına geliyor) şehir merkezine 25-30 dakikada varıyoruz. Akşam 20.00 suları kentin en güzel yeri Corniche'deyiz. Şehir oldukça temiz ve modern bir görünüm veriyor.

BOULEVARD DE LA CORNICH

Türk genlerimizin verdiği ilhamla hemen bir benzetme yapma gerekliliği hissediyor ve Casablanca'nın bizdeki benzerinin İzmir olduğunda karar kılıyoruz.

BOULEVARD DE LA CORNICHE
Boulevard de la Corniche 3-4 kilometre uzunluğunda bir sahilyolu. Atlas okyanusuna paralel bir şekilde uzanıyor ve kentin tüm gece hayatı aktiviteleri burada toplanmış.

BÜYÜK OKYANUS

Gece hayatı çok önemli zira aşırı sıcak hava, gündüz hayatını pek mümkün kılmıyor. Türklerin lunaparklarda sigaraya çember attığı günlerde Faslılar henüz oruç tutuyorlar sıcağa rağmen.

RICK'S CAFE
SAM'IN TORUNU
Minik turun ardından otelimize eşyalarımızı atıp, Rick's Cafe'ye gidiyoruz. Play it again Sam diyeceğiz ama öğreniyoruz ki Sam öleli yıllar olmuş. Mabadımı Humprey Bogart'ın mabadının da bir süre temas ettiği bar taburesine yerleştirerek Sam'i unutmaya çalışıyorum.

INGRID VE BEN
Fakat o da ne, bir anda karşımda Ingrid Bergman. Bana bakarak bir şeyler söylüyor. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, karşımda, TV ekranında oynayan filmi algılıyorum. Öyle ya Sam ölmüşse, Ingrid nasıl bu kadar genç ve güzel.
Sabah kuşluk vakti otobüse binerek Marakesh'e dogru yola çıkıyoruz. 3,5-4 saat süren yol boyunca Berberi olduğunu ögrendiğimiz lokal rehberimizden ülke hakkında bilgi alıyoruz. Başkent Rabat. Yaygın olarak Arapça ve bazı Berberi dilleri konuşuluyor. 1956'da bağımsızlığını kazanana dek yüzyıllarca Portekiz'in, İspanya'nın ve Fransa'nın hegemonyasında yaşıyorlar. Arapçada ülkenin ismi El Magrip. Avrupalılar Morocco diyorlar. Ülke halen Anayasal Monarşi ile yönetiliyor. Dünyada Chile (Şile)'yi Şili olarak telaffuz eden (bizde bir Şile mevcut olduğundan) tek millet olarak, buraya da Fas demeyi uygun bulmuşuz. 
Marakesh'e giriyoruz. Görebildiğimiz tüm binalar kızıl renkte. Bunun nedeni, şehrin 2 saat güneyindeki Büyük Sahra Çölü'nden getirilen kumlar.

MARAKEŞ
İnsanlık onuruna indirilmiş büyük bir darbe olan 48 santigrad derece ile birlikte şehre sıcak bir görüntü kazandırıyor bu kızıl görüntü.
Otelimiz bir dönel kavşakta. Aşağı bakılınca görünen manzara, şeritlerden bağımsız seyreden arabalar, yüzlerce motor, at arabaları, hatta hızla giden araçların arasında başıboş şekilde dolaşan atlar.
Şehrin eski kısmı 3-4 metre yükseklikte bir duvarın içinde kalıyor. Sarah Jessica Parker'ın Sex and the City filminde terlik aldığı sahne (konu başka bir arap ülkesinde geçiyor ama) eski kentin göbeğinde yer alan Suk'larda çekilmiş.

SUK
Suk denilen ve sokaklardan oluşan çarşı çok ilginç. Sokakların üstü tente, bez gibi ilkel malzemelerle kapatılarak bir nevi kapalıçarşı hissi yaratılmaya çalışılmış. Sokakların en geniş yeri 1-2 metre kadar. 1 milyonu geçen nüfusun yüz bini bu sokaklardaki dükkanlarda çalışıyor sanki. Geri kalan 900.000 kişi de herhalde turistlerle birlikte alışveriş için oradalar. Aklıma gazetelerde okuduğumuz "Emekli Yarbay Kızılay meydanında beylik tabancasıyla 9 kişiyi vurdu" şeklindeki haberler geliyor. Sıcak ve kalabalık öylesine bunaltıyor ki, maazallah üstümde silah olsa beş-on kişiyi ebediyete intikal ettirmem işten değil..
Suk'larda yüzlerce dükkan var. Bu dükkanlarda kazara bir malın fiyatını sorarsanız, satıcı önce pek de umursamaz bir tavırla 100 Dirhem diyor. Teşekkür edip ayrılıyorsunuz ama satıcı mal bulmuş Magribi gibi peşinize takılıyor. Sizi çarşının sonuna kadar takip ediyor ve sonuçta 100 Dirhem dediği malı 4 Dirhem'e alabiliyorsunuz. Bazı dükkanlarda size çay ikram ediyorlar. Mideniz sağlam değilse denemenizi tavsiye etmem. Satıcılar bir de muhabbetçi çıkıyor. Türk olduğumuzu söylediğimizde ilk söyledikleri Kemal Atatürk oluyor. Bir de FB, BJK, GS gibi Türk büyüklerini tanıyorlar. Suk'ların hemen bitiminde Camii El Fena meydanı bulunmakta.

CAMİİ EL FENA
İsminden hareketle cami nerede hani diye etrafa bakınıyorsunuz. Gelin görün ki ortada cami yok, ama her türlü fenalık var. Bizim Taksim Meydanından biraz büyük. Etler, içinde koyun gözü, dana bağırsağı yüzen çorba çeşitleri, rengarenk şekerlemeler, ekmekler, baharatlar, aklınıza gelebilecek her türlü yiyecek açıkta sergileniyor ve kanatlı bir ordunun yakın ilgisine mazhar oluyorlar.


Meydanda bir de hüner sergileyenler var. 2-3 kişilik gruplar şeklinde akrobatik numaralar yapan gençler Cami El Fena'yı Medrano El Fena'ya çeviriyorlar. Bir de yılan oynatıcıları var. Yılanlar oynamıyor ama. Eğer benim kadar yürekli iseniz ve boynunuza bir yılan dolayıp fotoğraf çektirecekseniz, bilmelisiniz ki korkmanız gereken yılan değil oynatıcısı. 
Yılanı boynuma dolayan ben, fotoğrafı çeken benim makinem, çeken benim arkadaşım. Ancak hazret bunun için 60 (altmış) euro istiyor. Peygamber görünümlü rehberimiz sayesinde 5 euro'ya kurtuluyoruz.


Meydana bakan bir Cafe var. Cafe de France. Tahminimce 18. yüzyıldan kalma 4-5 katlı bir yapı. Zemin kat cafe, üst katlar otel. Otelde Fransız şair Arthur Rimbaud'un da uzun bir süre konakladığını öğreniyoruz. 
Marakesh fas'lını tamamladıktan sonra Casablanca'ya dönüyoruz. Buradaki otelimiz bir felaket. 3 yıldızlı sözde ama, çarşafın üzeri kuaför zemini gibi. Her milletten, her renkten saç var.
Okyanusun karşı yakasında denize girmiştik. Bu tarafında da girerek ritüeli tamamlamak istiyoruz. Ancak o gün deniz, ritüllere pek sıcak değil. 3-4 metrelik dalgaların kayalara çarparak havaya savuşturduğu zerrecikleri yüzümüzde hissederek oldu kabul ediyoruz.
Okyanusun kıyısında, Corniche'in hemen başında bir alan doldurularak cami inşa edilmiş.

HASAN İKİ CAMİİ
Otobüsün mikrofonundan Ö. Hanım'ın anlatımıyla caminin isminin Hasanınki olduğunu öğrenip şaşırıyoruz. Daha sonradan doğru ismin Hasan İki olduğunu utanarak idrak ediyoruz. Cami Mekke ve Medine'deki 2 camiden sonra dünyanın en büyük üçüncü camisiymiş. 
Fas'ın en medeni şehrinde bile açık havada alkol tüketimi yasak. Fransız tipi bulvar cafelerinin önündeki masalarda sigara içebiliyor ama alkol alamıyorsunuz. İçerideki masalarda alkol mümkün ama sigara içemiyorsunuz.
Son gece şizoid sıcak, berber dükkanından bozma yatak, kanatlı mahlukat nedeniyle neredeyse uyumadan sabah 03.00 de uyanıyoruz. Günün ilk ışıklarıyla havalanan uçakta kahvaltı olarak balık servis ediliyor. Bu durum balık kadar bizi de rahatsız ediyor.



























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder