10 Eylül 2017 Pazar

DUBROVNİK-VENEDİK-BARİ-KATAKOLON / MAYIS 2009

2006'da Karayip'lerde yaptığımız ilk cruise'un tadı damağımızda kaldığından, yeni bir rotada yeni bir deneyim yaşamak istedik. Doğu Akdeniz turu olarak tabir edilen ve İtalya ile Yunanistan yarımadaları arasında kalan Adriyatik Denizinde mekik dokuyan tura yazıldık. Acentenin beceriksizliği nedeniyle İstanbul'dan binemediğimiz gemiye binmek üzere, karayolu ile İzmir'e gidildi önce. Kordon'daki İzmir Oteli'nde 1 gece konakladıktan sonra, 1 haftamızı geçireceğimiz MSC şirketinin Poesia gemisine Alsancak limanından bindik. Duraklarımız sırası ile İstanbul- Dubrovnik- Venedik- Bari- Katakolon-İzmir. 


2008 yılında denize inen Panama bandıralı Poesia, 3013 yolcu kapasiteli. Yolcuların çogu İtalyan. 3-4 Türk aile de var. Biz de 4 kamara ile yerimizi alıyoruz. Akşam saatlerinde Alsancak'tan hareket ediyor yüzen şehir. Bir gün evvel kara yoluyla geldiğimiz yolu denizden dönüyoruz. Sabah İstanbul'da olacağız. 


Bu gecenin en unutulmaz anı, geçilemez denilen Çanakkale Boğazı geçişi. Gecenin bir vakti, güzel aydınlatılmış Kilitbahir'i, Seddülbahir'i, Conk Bayırı'nı izliyoruz, o yıllardan kalma bir mayına çarpma olasılığının verdiği endişeyle. Yabancılara geçit vermemek için nice kanın döküldüğü denizlerden, yabancıları getiriyoruz Şehr-i İstanbul'a.


Sabah Salıpazarı'na yanaşıyor gemi. Tüm cruise halkı, turun en merak edilen durağını gezmek üzere akıyor karaya. Biz de bir ara düşünüyoruz bir tura katılarak Dersaadeti gezmeyi. 1 hafta sonra tura para ödemeksizin gezebileceğimizi düşünerek cayıyoruz bu fikirden. Geminin boş halinden faydalanıp havuzun ve kenarının sefasını sürüyoruz. Akşama doğru, İstanbul ekonomisine hatırı sayılır katkıda bulunmuş olan 3000'in üzerinde cruiser geri dönüyor. Gemide bir bayram havası. Tekrar Akdeniz'e doğru yol alan gemi, "geldikleri gibi giderler" sözünü bir kez daha doğrularcasına Anadolu topraklarından uzaklaştırıyor, savaşmayı bırakan ama sevişmeye de gelmemiş olan Avrupalı'ları.


Ertesi sabah Dalmaçya sahillerine nazır yapıyoruz kahvaltımızı. Eski Yugoslavya'nın, şimdiki Hırvatistan'ın cote d'azur'u olan Adriyatik'in bu yakası, tarihte Osmanlı'nın da kara yoluyla ulaştığı bölgeler. 


Dubrovnik'in orijinal nüfusu 50.000 civarında. Çok şirin küçük bir kent. Gemilerle olduğu kadar kara yoluyla gelen turist de çok. 


Tarihte 443 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış olan ve bugünlerde dünya turizm gündeminde daha yeni yeni yer almaya başlayan Dubrovnik, emlak fiyatlarının henüz şişmemiş olması nedeniyle, Avrupalı zenginlerin de ev ve arazi yatırımlarına hedef olmuş. 


Bir çok Avrupa kentinde olduğu gibi, şehrin göbeğinde eski kent denilen tarihi dokuya sahip bir bölge var. 


Surlarla çevrili eski kent, giysi, yiyecek-içecek ve hediyelik eşya üzerine bir panayır alanı sanki. Ana yola inen daracık sokakların birinde minik bir kız çocuğu, Hırvat mı Hırvat, şirin mi şirin... Turistlerin eline tutuşturduğu dondurmayı yalayarak poz veriyor objektiflere.


Gece geminin tüm etkinliklerinden faydalanmak niyetindeyiz ancak, İtalyanların özellikle kapalı mekanlarda işitme kaybına yol açabilecek düzeydeki tantanaları aynı mekanda uzun süre kalmamızı imkansız kılıyor. Buna rağmen, kısa süre kaldığımız casinoda, süreye oranla epey para bırakıyoruz. 



Ertesi sabah Venedik girişinde uyanıyoruz. Koca geminin Venedik'e girişi bile başlı başına seremoni. Kanallar arasında ustalıkla manevra yapan kaptanın bir eli dümende, diğerini camdan sarkıtmış mı göremiyoruz bulunduğumuz yerden. 


Geminin yanaştığı yerden kent merkezine vapuretto denilen minik motorlarla taşınıyoruz. 170'e varan kanalın etrafında, 400 civarında köprünün birbirine bağladığı 118 adadan oluşan şehrin günümüzdeki nüfusu 70 binin biraz üzerinde. 


Ancak hergün 100 ile 150 bin arasında turist şehre geliyor. Karasal yüzölçümünün küçük olmasının yanı sıra, günde 150 bin insanın karaya ayak basması ve o turistleri şehre taşıyan onlarca grosstonluk geminin yükselttiği deniz suyu şehrin geçen zamanla neden battığını açıklıyor sanırım. 


Şehrin en çok fotoğraf çekilen mekanı Rialto Köprüsü. En çok yapılan etkinlik ise Gondol Gezisi. Vakti zamanında paraya para demeyen Venedik Taciri'nin bile kıyıp veremediği 150 euro'yu 45 dakika için gondolcuya toka edip kuruluyoruz dingildek gondola. Gondolcular romantik İtalyanca şarkılar söyler şeklindeki yaygın kanıya karşın bizimki söylemiyor. Osolemiyo-r ama ben söylüyorum. 


Bir minik köprünün altından geçerken fotoğrafımızı çekmeye çalışan genç bir kızla fotodüello yapıyoruz, kazananı olmayan. 


Şehrin en turistik, en kalabalık, en geniş, en karasal, en çok cafe-restoranın olduğu bölgesi San Marco Meydanı. Romatizmal sorun yaşayan yaşlı turistlerin, ağrıyan eklemlerini dinlendirebileceği  bir çok mekan var oturulacak. Ancak mabadın sandalyeyle temasının bu kadar pahalı olduğu başka bir şehir yok dünyada. 


Menülerde bir americanonun fiyatını okuyan gözlerin beyne yolladığı "ohaa" şeklindeki mesaj, beyinden ayaklara "dayanın ulenn" olarak aktarılıyor. Bir asgari ücrete yakın para ödediğimiz peynir-ekmeklerimizi ayaküstü ziyafete dönüştürüyoruz karbonhidrat kardeşleri olarak. Beynin mideye "doy bu kadarla" emrine midenin cevabı çok ağır oluyor. Yeme içme fiyatlarını menüden okurken yüz felci geçirenler, Venedik'te Ölüm'ü izleyip izlemediklerini soruyorlar yanındakilere, ölenin açlıktan mı öldüğünü merak ederek. 


N-Y-E Che Shit hediyelikçi dükkandan hediyeler alıyoruz memleketteki ihtimam ötesi özel insanlar için. Kimi futbol forması alıyor sevdiceğine, kimi şapka, kimi murano camından takılar. Bir de Venedik'in olmazsa olmazı maskeler var tabi. Maskeyi takan her erkek Tom Cruise, her kadın da Nicole Kidman olmuyor ama, her keseye uygun bulunabilecek bu maskelerden alınıyor illa ki... 


Dünyanın kısaca Kazanova diye tanıdığı meşhur çapkın Giacomo Giralomo Casanova da Venedikli. Gondol turunun en önemli duraklarından birisi de (kimbilir dört duvar arasında nelerin yaşandığı) Casanova'nın evi. 


Akşam demir alırken gemiden el sallıyoruz bu güzel şehre ama Venedik'in umurunda değil. Ertesi gün gelecek 100 küsur bine hazırlıyor koynunu aşüfte. 




Devrisi gün Bari'deyiz. Gelmişken dolaşalım Bari diyoruz. Ancak Bari'de görülecek pek bir şey yok, sokağa koydukları minik masalarda laklak ederek erişte açan kadınlardan başka. 


Yerkürenin erişte ihtiyacının tahminimce yüzde 99'unun karşılandığı şehrin nüfusu 650 bin civarında. Bari'lilerin erişte kadar önem verdikleri bir diğer hayati konu ise balkon peyzajı. 


Hanımelleri, ebruliler, glayörler, krizantemler, gaillardialar sel olmuş akıyor balkonlardan. 


Fellini filmlerinden göze aşina bir kadın çamaşır asıyor balkonda. 


Hayat o kadar sakin ki, daldan kopan yaprak 20 dakikada düşüyor yere. Sıcaklıkla ilgili ciddi sıkıntısı var kentin. Şizoit sıcaklar hakim İtalya'nın bu kesiminde. Görülecek en önemli yeri ise Castello kalesi. 


Adriyatik turumuzun son durağı Yunanistan'ın Katakolon'u. Katakolon bir sahil kasabası. Tarihte ilk olimpiyatların yapıldığı yer olan Olimpia'nın sahil bölümü. 


Gemi halkının bir kısmı, olimpiyatları yad etmek adına olsa gerek, Olimpia istikametinde maraton, yürüyüş benzeri branşlara meylederken, biz olimpiyat ruhunu yüzme dalında yaşatıyoruz. 


İzmir'den başlayan Adriyatik serüveni, adet olduğu üzere yine İzmir'de sona eriyor. Gürültücü İtalyanları gemileriyle başbaşa bırakıp terk-i board ediyor ve İstanbulu ücretsiz turlamak üzere memlekete dönüyoruz.











































































































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder