8 Eylül 2017 Cuma

ORLANDO - MIAMI / EYLÜL 2006

New York JFK Havalimanı'ndan kalkan Song Air'e ait uçakla Orlando'ya uçuyoruz. Yerel saatle 23.00-23.30 sularında indiğimiz havalimanı terminali, o saatlerde pek uçuş olmadığından, neredeyse kimse yok denecek kadar tenha. Terminalin içinde yürürken, karşıdan bize doğru gelen oldukça uzun üç adam dikkatimizi çekiyor. Tam yanımızdan geçerlerken birisini neredeyse tanıyacak gibi oluyorum. Geçtikten sonra dönüp arkama bakıyorum, o da dönmüş bize bakıyor. Sonradan anlıyoruz ki, yanımızdan geçerken Türkçe konuştuğumuzu duyarak dönüp bakan adam Hidayet Türkoğlu.
Otele ulaşmak üzere bindiğimiz taksinin sürücüsü Brezilyalı çıkıyor. Uzunca süren yol boyunca, kafa göz yararak konuştuğu İngilizcesiyle sohbet ediyor bizimle. Kissimmee bölgesinde bulunan Radisson Resort Orlando-Celebration oteline 45-50 dakikada varıyoruz. Yorgunluk ve uykusuzluktan pek de çevreyi inceleyemeden odalarımıza çekilip yatıyoruz. Gece yarısı olmasına rağmen sıcaklık 30 derecenin üzerinde.
Otelde sabah kahvaltısı tam bir kabus oluyor bizim için. Açık büfe değil, açık şarküteri. Etin her çeşidini bulmak olası, ancak peynir, zeytin, yumurta gibi kahvaltı klasikleri yok. Çeyrek tona yakın kilolu Amerikalılar, et çeşitleri ve ardından yıvış yıvış pastaya benzer bol kremalı tatlılar yiyorlar. Bana bakışları ise sanki uzaylı görmüş gibi. Hatta bazıları acıyarak bakıyor. Otelin lobisindeki minyatür Pizza Hut'a meyledip, kruvasan yiyip karton bardaklarda poşet çay içiyoruz.
Kahvaltı sonrası Disneyland seansımız başlıyor. Bilet alış ve içeri girişi bile başlı başına seremoni olan Disneyland, sadece çocuklara değil, hatta neredeyse çocuklardan ziyade yetişkinlere hitap eden oyuncaklarla dolu. Oyuncaklara bindiğimizde, genel olarak kahkaha başlığı altında tanımlanabilecek tuhaf sesler çıkartıyor, bir yandan da bir tanıdık çıkar da bu insanlıktan çıkmış halimizi görür mü diye etrafa kaçamak bakışlar atıyoruz. Fakat sonra çekingenliğimizi yeniyoruz. Zira cüsseleri bizlerin 3 misli olan amerikalıların çıkardığı seslerin yanında bizimkiler bülbül şakıması gibi kalıyor.
Park, Paris'tekinin birebir aynısı, ancak daha büyük bir arazi üzerine kurulu. Temalar, oyuncaklar, hatta çevre düzenlemesindeki bank, çöp kutusu vb detaylar bile aynı. Paris'ten tek fark quick line. Yani kuyruk beklemek istemiyorsanız ve demir paralar cebinizde ağırlık yapıyorsa (ki olasılıkla bindiğiniz oyuncakta atılan takla sırasında insanların üzerine yağacaktır) birkaç dolar vererek sıra beklemeden amacınıza nail oluyorsunuz.


Her tarafta bol miktarda yiyecek mekanı var. Her çeşit yiyecek bulmak ve küçük bir servet karşılığında öğlen yemeğini geçiştirmek mümkün. Neredeyse her 50 metrede bir seyyar arabalarda patates kızartması satılıyor. Havayı kaplayan kızartma kokusunun yanı sıra, waffle kokusu, pamuk helva kokusu, şekerleme kokuları birbirine karışıyor.


Sadece sigara dumanı yok. Çünkü park içerisinde, açık hava bile olsa, belirlenmiş alanlar dışında tütün içimi yasak. Belirli alanlar ise tuvalet girişleri. O alanlarda yukarıda adı geçen kokuları duymuyorsunuz. Sigara dumanı kesif amonyak kokusuna karışıyor.


Gün boyunca hayallerimde bile canlandıramayacağım oyuncaklara bindikten ve ne o güne kadar ne de o günden sonra çıkaramadığım insanüstü sesler çıkardıktan sonra nihayet gün akşam oluyor. Bütün gün yürümüş olmaktan mı yoksa adrenalin fazlasından mı bilmiyorum, dizlerim titriyor. Gece 21.00 civarı yapılan geleneksel geçit töreni ve atılan havai fişeklerle Disneyland kapanıyor.
Gece otelimizin resort imkanlarını değerlendiriyor ve havuza giriyoruz. Son derece yumuşak ve esintisiz gecede ılık havuz suyu, gün boyunca gerilmiş tüm kaslarımızı gevşetiyor.
Bir önceki günün aynısı kahvaltı ile başlıyoruz ertesi güne. Akabinde ver elini Universal Pictures Studios. Universal da, Disneyland'a komşu bir arazinin üzerine kurulmuş. Geçmişte beyazperdede izlediğimiz birçok filmin platosunu ve çekim hilelerini görüyoruz. Bunlar arasında en etkileyici olanlar ise Blues Brothers filminden nefis bir mini konser (https://www.youtube.com/watch?v=rQOqO5JL9aY) ve Jaws (https://www.youtube.com/watch?v=QurplyEz_P4) filmlerinin çekildiği suni nehirde tekne turu. Teknedeyken birazdan olacakları ve sudan ansızın fırlayan nesnenin gerçek bir köpekbalığı olmadığını bilmemize rağmen, maketle burun buruna geldiğimizde çığlık atmaktan alıkoyamıyoruz kendimizi. Teknedeki Amerikalıların ise, aralarındaki çocuklara aldırmaksızın, mutfak, muvaffak, çok ufak benzeri ifadelerini ayıplamaktan da geri kalmıyoruz.


Bir sinema salonuna girişte, kapıdaki görevli Türk çıkıyor ve bir anda ailesi gibi sevdiği bizleri quick line'dan içeri alıyor. İçeride 3 boyutlu bir film izliyoruz.


Bugünlerde neredeyse sıradanlaşan 3 boyutlu film bizler için o gün bir ilk. Filmde adamın elindeki sepet yere düşüp de içinden çıkan yüzlerce fare seyircinin üzerine doğru koşunca, salonda toplu bir isteri krizi ve infial yaşanıyor. 2-3 dakika sonra da koltuklarımızın altından çıkan ve fare kuyruğu çarpması hissi yaratan ince kablolar paçalarımıza çarpıyor ki, farelerin şokunu henüz atlatamamış olan seyirciyi yeni bir çığlık buhranına sürüklüyor. Başka bir sahnede sevimli dev dinozorun hapşırması ile seyircilerin suratına nereden geldiği anlaşılamayan ağdalı bir sıvı püskürtülüyor. Böylece koltuklarımıza ilk oturduğumuzda bulduğumuz birer parça kağıt havlunun ne işe yaradığını da idrak ediyoruz.


Tren şeklinde deprem-sel simülatöründe üzerimize coşan sel suları, hortum simülatöründe havada uçan inekler, patenli garson kızların servis yaptığı drive-in restoranlar... Günü yine keyifli bir yorgunlukla tamamlıyoruz. Gece havuzda bedenlerimizi tazeliyoruz.
Sabah kahvaltı sonrası, daha önce Türkiye'den organize ettiğimiz kiralık arabamız otelin kapısına getiriliyor. Beyaz bir Chrysler Sebring Cabrio.


Florida Turnpike otoyolunda 4 saatlik bir yolculuk sonunda, gemiye bineceğimiz Fort Lauderdale'e varıyoruz. Nip Tuck severler, Fort Lauderdale ismini diziden iyi hatırlayacaktır. Dev Cruise gemilerinin yanaştığı limanda bizimkini bulmamız ve kiralık arabamızı firmaya teslim etmemiz epey vaktimizi ve enerjimizi alıyor. Ve nihayet 1 haftalığına denizler üzerindeyiz.
1 Hafta sonra tekrar karaya ayak bastığımızda suratsız bir Puerto Rico'lu şoförün taksisine binerek Miami'ye doğru yola çıkıyoruz. Tıynetsiz şoför bizi otelimize epey dolaştırdıktan sonra ulaştırıyor. Best Western Oceanfront, adından da anlaşılacağı üzere Atlas Okyanusu'na bakan ve uçsuz bucaksız Miami Beach üzerinde bir otel. Apart Otel olmasından faydalanarak, yakındaki bir marketten yiyecek-içecek alarak yemek işini ucuza getiriyoruz. 2 katlı ve yan yana 2 U şeklindeki otelde odamız zemin katta. İlk gece odanın kapısında günün son sigaralarını içerken, koca bir half-top arabayla gelen kovboy kıyafetli bir adam, üst kattaki odasının kapısını 8-10 dakika uğraşıp açamayınca, gece boyunca yüklendiği sıvıyı, kendi odasının kapısına zerk ediyor.


Kilometrelerce uzunluktaki kumsalda yer bulmamız zor olmuyor. O kadar uzun ve geniş bir kumsal ki, bize en yakın güneşlenen insanlar yaklaşık 70-80 metre uzağımızda kalıyorlar. Bir süre kızgın güneş ile haşır neşir olup kendimizi okyanusun sularına atıyoruz. Deniz, 1-2 adım sonra boyu geçiyor. Dibi görmek olanaksız. 1 Hafta önce çakma köpekbalığından ödü patlamış olan bizler, kötü bir sürprize karşı ihtiyatı elden bırakmıyoruz.
Beach boyunca, yüzlerce lüks konak bulunuyor. Bunların çoğu Beyonce, Shakira gibi ünlülere ait. Hatta bu ikisi komşu sayılırlar. Sibel Can'ın da oralarda bir yerde evi olduğunu hatırlıyor ve sanki bizim evimizmişçesine gurur yapıyoruz. Bu bölgede, okyanusa bakan, bunun dışında hiçbir özelliği olmayan apartmanlarda 80-90 metrekarelik dairelerin fiyatları 1,5-2 milyon $ civarında.


Otelin bulunduğu noktadan Miami merkezi, belediye otobüsü ile 70-80 dakika kadar sürüyor. Ama tüm yol boyunca yerleşim ve dolayısıyla yeme-içme- eğlenme mekanları bulmak mümkün. İlk gece merkeze hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yolculuk sırasında açlık şekerimizin taban yapması nedeniyle, ikinci geceyi otelimize yakın bölgelerde geçiriyoruz. Akşam saatlerinde yemek yediğimiz bir McDonalds'da arka masamızda 2 erkek-2 kızdan oluşan grubun Türkçe konuşmasına şaşırmakta iken, kapıdan 2 küçük çocuğuyla giren bir kadın da Türkçe konuşarak mekana Kozyatağı McDonalds havası katıyor.
Türk televizyonlarında yayınlanan CSI Miami dizisinin kaçırmayıcı-izleyicisi olarak, dizide gördüğüm mekanları görmeye çalışıyorum her gittiğim yerde. Bazı mekanları görüyorum da. Ancak timsahların cirit attığı, hovercraftların dolaştığı kanalları görme şansım olmuyor.
Bir gün de otelimize hayli uzak olan bir alışveriş merkezine gidiyoruz. Halihazırda kullanmakta olduğum kamerayı aldığım mağazanın sahibi Lübnan'lı bir adam. ABD'de ticaret yapan birisi için İngilizcesi inanılır gibi değil. Sultanahmet'de ve Kapalıçarşı'da turistlerle konuşan esnafın İngilizcesi Oxford İngilizcesi sayılır bu adamınkinin yanında. Yine de anlaşabilip satın alıyoruz kamerayı.
ABD'nin güney eyaletlerinde Sbarro Pizza çok yaygın. Lezzetin, bizdeki Sbarro'larla alakası yok. İnanılmaz güzel pizzalar yapıyorlar. Benim gibi yemek özürlüler için Pizzacılar ve McDonalds'lar hayat kurtarıyor. İlginç olan ise Burger King'e pek rastlanmıyor. Tüm seyahat boyunca 3 şehirde, 1 ya da 2 BK görüyorum.
Son gün yine Song Air'e ait bir uçakla New York'a geçiyoruz. İstanbul uçağına 6-7 saat olmasını fırsat bilerek Times Square'i bir kez daha ziyaret ediyoruz. Burada pek çok hediyelik dükkanı var. Baskılı tşörtler, buzdolabı magnetleri, temalı golf topları benim vazgeçilmezlerim.
Son saatlerimizde 20 güne yaklaşan memleket özlemini iyiden iyiye hissetmeye başlıyoruz. THY'nin bilmem kaç sefer sayılı, bir ömür süren New York-İstanbul uçuşu ile kürkçü dükkanına dönüyoruz.
































































































































































































































































































































































































































































































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder